6 Şubat 2015 Cuma

Sait Faik'ten





Sarhoşum. Anasını satarım dünyanın. Düşmanlarımın hepsini bir meteliğe... Dostlarımın-olmayan dostlarımın şu dünya yüzünde- hepsine şaraplar, biralar ikram etmeliyim. Sevgilim sen, sen de mi şu havayı kokluyorsun. Bu saatte sağına dönüp sen de, insan suretinde bir hayvan gibi homurdamışsındır belki. Ama ah! Yatağın sıcaktır. Yatağın ne güzel kokuyordur senden! Na bak! Aya bak! Kış gecesinin mübarek ayına bak!

                                                                                                    Bir Sarhoşluk, Ocak 1947

1 Ocak 2015 Perşembe


                                                              



Kasım 2014'te bir akşamüstü, İzmir metrosunda okuduğum ve bakışlara aldırmadan saatlerce güldüğüm Alpay Erdem yazısıdır. Paylaşayım:

Bir keresinde de Koşuyolu'nda bir gece caddeden parka doğru bitemeyen merdivenleri kullanarak öyle bir ineyim dedim. Gece, nasıl da ıssız, nasıl da sessiz, İniyorum öyle aşağıya doğru, aşağıdan bir adamın yukarı doğru geldiğini gördüm. Önce pek önemsemedim. Adam işte dedim. Senden ne farkı var. Sen aşağıya iniyorsun, o yukarı çıkıyor. Daha sonra adama yaklaştıkça adamın zombi gibi hareket ettiğini fark ettim. Hastadır zahir diye düşündüm. Sonra adama iyice yaklaştıkça, gözlerinin kan dolu olduğunu gördüm. Net söylüyorum, altıma kaçıracak gibi oldum korkudan. Kaçsam kaçamam da ölü noktadayım. Kaçmaya harcayacağım enerjiyle adamın yanından geçmeye harcayacağım enerjinin eşitlendiği bir noktadayım. Dişleri yeşildi mesela. Ben sarıya da razıydım. Allah'ım hayatımda ben hiçbir şeyden bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Toprağın yüzlerce metre altından geliyor gibiydi. Kıyafeti de öyleydi. Üstelik kötü bir adamdı da. Kaşları çok çatıktı. Beni öldürmesi an meselesiydi. Yanından geçerken yaakşamlar dedim ama benden çıkan o titrek sese ben inanamadım. Bu kadar korktuğumu belli etmemem gerekiyordu ama başaramadım. Dizlerimin bağı çözüldü çözülecek. Geçeyim şu adamın yanında be. Geçeyim de gideyim. Benim de sevdiklerim var. Beni de seven insanlar var. Kuşlarım. Ah kuşlarımdan ayrı mı düşeceğim. Peki ya kedi Venüs. Can kedi Venüs. Menfaatleri söz konusu olduğunda babasını tanımayan kedi Venüs. Doyamadım ki ben daha kedi Venüs'e. Özlemi'me karşı ise hiç sözüm yok. Çünkü çıkma dediydi bana sokağa. Ben şimdi ona nasıl izah ederim. Öldüm ama bir dinle bak nasıl öldüm diye nasıl izah ederim. Çıkma dediydi bana sokağa. Bende de öyle pis bir huy var ki, ben sokağa çıkacağım dedim zaman çıkarım. Bu içten gelen bir hadise. Sokak çağırdı mı ben sokaktayım. Hem ben nereden bileyim Koşuyolu'nda zombi olduğunu. Bana demediler ki, Koşuyolu'nda zombi var demediler. Velhasılıkelam, geçtim zombinin yanından sırtımı duvara sürte sürte, ardıma bile bakmadan hayata koştum. Parka hiç uğramadan ters yoldan eve kaçtım. Bu da öyle bir anımdır.




2 Haziran 2014 Pazartesi

Bir gazeteci adayının Soma günlüğü

Sosyal medyada yakın çevreme Soma'da yaşadıklarımı ve gördüklerimi paylaşacağımı belirtmiştim. Her amatör gibi zorlandığımı söylemeliyim. Şundan eminim; hayatımın en dramatik günlerini yaşadığım Soma'yı hiçbir zaman için unutmayacağım. Sibel, Aydan, Muharrem, diğer işçiler ve yakınları...

Bu günlerde Soma'nın ülke gündeminden çıkmasını fırsat bilerek, belki de biraz işe yaramak için, yaşadıklarımın ilk bölümünü sizlerle paylaşıyorum. Devamı gelecektir.



Ülke siyasetini; yol,metro,havaalanı üçgenine boğanların hiçbir zaman için affedilmemesi ve tüm katillerin yargılanması dileğimle... 






Soma'ya gelir gelmez karşılaştığım ilk manzara. Erol Kaya, az önce yüzlerce insanın hayatını kaybettiği maden ocağından sağ kurtarıldı. Kareyi çektikten sonra kendisiyle konuşmaya çalışıyorum. Fakat o, facianın şoku içinde sadece yüzüme bakıyor.




Yazıişleri müdürümü ikna ettikten sonra, maden ocağının girişine gidiyorum. Ben de herkes gibi, facianın şoku içindeyim. Bu kadar kötü şeye rağmen tek bir şeye odaklanmam gerektiğini biliyorum; fotoğraf çekmek...O can pazarı esnasında objektifime yansıyan karelerden biri.



Maden ocağının girişinde unutamadığım bir an...Kurtulanların yakınlarının sevinç çığlıkları, hayatını kaybedenlerin ağıtlarıyla karışıyor. O ana kadar hayatımın en dramatik sahnelerinden birini yaşıyorum.


Maden ocağında can pazarı devam ederken, bir istihbarat alıyoruz. Çıkarılan cesetlerin Manisa'nın Kırkağaç ilçesinde bir soğuk hava deposuna götürüldüğüne yönelik bir iddia. Bölge temsilcimiz Hamdi Türkmen, burada üç kardeşin hikayesine tanık oluyor. 
Haber, ertesi gün gazeteye 'En ağır yük: kardeş!" başlığıyla giriyor;

http://www.milliyet.com.tr/en-agir-yuk-kardes--gundem-1882641/





Ertesi gün... 2 kilometrelik bir cenaze konvoyu, hayatını kaybedenlerin ne kadar fazla olduğuna dair hepimize ipucu veriyor. Bir adam, bu uzun konvoyu gözyaşlarıyla izliyor...

http://www.milliyet.com.tr/2-kilometrelik-cenaze-konvoyu-gundem-1882651/



O konvoydan sonra soğuk hava depolarına getirilen üç kamyon tabuttan sadece biri.


 Ve Aydan... Hiçbir zaman unutmayacağım o genç kadın. Alanda bir anda çığlık seslerini duyuyorum. Ne olduğunu anlamaya çalışırken o an Aydan'ı görüyorum. Eşine onu bıraktığı için sitem ediyor. Bir yandan gözyaşlarımı silmeye çalışırken, Aydan'ı böyle görüntülüyorum. Ve fotoğraftan sonra arkadan bir ses duyuyorum; "Çek çocuk! Görsün Başbakan ne halde olduğumuzu!"

Ertesi gün bu kare gazetenin manşeti oluyor. Ben o gün, Aydan'ı Başbakan'ın görmüş olmasını diliyorum...


Hiçbir zaman için unutmayacağım başka bir an. Bu polis, faciada hayatını kaybedenlerin isimlerini okuyor. Maden işçilerinin aileleri burada  önce uzun bir sessizlikle bekliyor. Polis her ismi okuduğunda, ayrı bir çığlık duyuyorum. 


İsmi okunanlar, cenazesini almak için gözyaşlarıyla soğuk hava deposuna gidiyor...


Sonra bu acının öfkeye, hatta daha ilerleyen saatlerde sevince dönüştüğüne inanabilir misiniz? Her geçen saat umutlar azalırken, işçilerin yakınları artık cenazelerini almak istiyor. Polis, bir süre sonra hayatını kaybedenlerin ailelerini,  kalabalıktan dolayı içeri almıyor.
.  
Bu iki kare, o haklı öfke anlarından...





Soma'da yakından tanık olduğum başka bir hikaye... Önce soğuk hava depolarında bir grubun sohbetine tanık oluyorum. Genç bir kadının hamile olduğundan ve eşinin maden ocağından hala çıkarılamadığını bahsediyorlar. Sibel Mukun'un ev adresini alıyorum o an.
Evine vardığımda, kapının önünde bir kalabalık görüyorum. Kendimi tanıtıp eve girmek için izin istiyorum. Sibel'i gördüğüm o anı anlatmak zor. Etrafında onca insan ağlarken o, sadece yüzüme bakıyor. Ağlamamak için zorluyorum kendimi. Yüzüme öylece bakmaya devam ediyor. Sonra her şeyi anlatmaya başlıyor bana. Doğumuna az kalması, eşine nasıl hitap ettiğini ve parasızlıktan çocuğunun cinsiyetine baktmak için doktora bile gidememesi.

Ve her sözünden sonra, hep aynı kişiye gözyaşlarıyla beddua okuyor...

http://www.milliyet.com.tr/2-cocugum-da-babasiz-kaldi-gundem-1883171/